Hayatı ve Eserleri

Alper Kanca'dan Babasına

Hem Babam Hem de Patronumdu

Etrafımdaki arkadaşlarımla kendimi ve ailelerimizi yeni yeni kıyasladığım ilkokul yıllarımda, kıyaslamanın sonucundan pek de memnun kalmamış olmalıyım ki makus talihime kızıp “Keşke babam başka bir iş yapıyor olsaydı.” diye hayıflandığımı hatırlıyorum. Babamın ve amcamın ortaklaşa kurduğu şirket çekiç, mengene, işkence üretirdi o zamanlar. Bütün çocukluğum boyunca babamın ne iş yaptığını soranlara işkence yaptığını, yani marangozların mobilya yapımı sırasında suntayı üst üste koyarak yapıştırmak istediklerinde, bu iki levhayı sıkıştırmaya yarayan işkence denilen bir aleti ürettiğini anlattım durdum. Bu da bana ne yazık ki pek haz vermiyordu.

Kesilirken inanılmaz derecede yüksek cayırtı çıkaran çelik çubuklarla ne işi vardı babamın? Sömestr tatillerinde çalıştığımız işyeri neden dokunduğumuzda elimizi donduracak kadar soğuk olan bu şekilsiz metal malzemelerle doluydu? Hayatımız neden torna, freze, matkap makinelerinden bahsetmekle geçmeliydi?..

İlkokulda sınıfa yeni gelen öğretmen babalarımızın mesleklerini sorduğunda işçi, memur, seyyar satıcı hatta esnaf çocuklarının arasından sıyrılıp “babam fabrikatör” demek çok da keyifli şeydi hani. Bir anda öğretmenin içinden neler geçirdiğini; beni kulağı şiddetli çekilmeyecek, beslenme saatinde annesinin hünerlerinden ve zengin mutfağından faydalanılacak çocuklar kategorisine koyduğunu görebiliyordum. 70 sente muhtaç olunan ve bu yüzden de hiçbir şeyin ithal edilemediği o yetmişli yıllarda kimsede olmayan çağla yeşili Adidas eşofmanımla sahaya çıktığım zamanlar mahalledeki arkadaşlarımın “Babası fabrikatör, Almanya’dan getirmiş” diye fısıldaştıklarını duyduğumda, ne kadar mütevazı yetiştirilmiş olsak da biraz göğsümüz kabarmıyor ve fabrikatörlüğü sevmiyor değildik. Yine de babamın çikolata fabrikatörü olmasını tercih ediyordum ya da alaska-frigo fabrikatörü; yani çocukların işine gelen ürünler imal eden bir sektörün patronu.!

Küçük yaşlarımda babamın mesleği ile ilgili duyduğum huzursuzluk yıllarca devam etti, hiç azalmadı hatta arttı., Artık sadece dondurmayla avutulamayacağım bir yaşa geldiğim 70’lerin sonlarına doğru , duvarlardaki sloganları okuyarak, yürüyüşleri izleyerek, “oku-okut” diye pazar yerlerinde, okul önlerinde dağıtılan dergilere bakarak babamın fabrikatör ünvanının, gıpta ettiğim uzun saçlı ve parkalı ağabeylerin–ablaların gözünde aslında pek de matah bir şey olmadığını fark ettim.

“Türk Dil Kurumuna inat bir Türkçeyle ‘s’ harfinden orak çekiç figürleri türetenler” tarafından, patlayacak kadar şişmiş göbeği, kafasında şapkası, bir elinde kocaman purosu, bir elinde ise yüzlerce insanın üzerinde şaklattığı kırbacıyla çiziliyordu babam ve yandaşları. Bir sabah karşımızdaki caminin lojman duvarında boyumdan büyük harflerle "FABRİKALAR, TARLALAR… HER ŞEY EMEĞİN OLACAK" yazısını gördüğümde içime bir ürperti düşmüştü. Arka bahçesinde koyunlarımızın bulunduğu –ki annem her Karadenizli gibi bu bahçenin bir kısmına lahana ekerdi- , henüz ortaokulda olmama rağmen bekçisinden mühendisine herkesin bana “Alper Bey” diye hitap ettiği fabrikamız birilerinin gözüne batmıştı; onu bizden almak, başkalarına vermek istiyorlardı.Bütün bu olup bitenler babamın mesleği ile ilgili çocukluk algımı bir kez daha teyit etmişti; yani babam her halükarda yanlış bir meslek seçmişti!

Yıllar geçti, hem ülkenin sosyolojik yapısı hem de benim değer yargılarım değişti. Özal hükümetlerinin yarattığı hava ile ihracatçıların kutsandığı 90’lı yıllarda yurt dışına mal satmaya başladığımızda, yani çocukken pek beğenmediğim işkence, mengene gibi ürünler Avrupalı müşterilerimiz tarafından da beğenilip satın alındığında, yıllar boyunca utanarak söylediğim ürünlerimizin isimleri bana sempatik görünmeye başlamıştı. Arkadaşlarıma. babamın fabrikasında neler üretildiğini söylemek utanıp sıkılacak bir şeymiş gibi gelmiyordu artık.Hatta bana öykünenler, imrenenler bile vardı. Bu sarhoşlukla kafamda çok cazip reklam fikirleri oluşmuştu: “En iyi işkenceyi biz yapıyoruz.” veya “Yabancılara da işkence yapıyoruz.” O dönemde Avrupa’nın birçok ülkesinden gelen heyetlerin karakollarda, nezarethanelerde varlığını araştırdıkları işkence meselesi gazete başlıklarından eksik olmazdı. İşkence kelimesi gündelik hayatın sürekli içindeydi.

Tam da bu vesileyle çok acaip bir reklam fikri yakaladığımı düşünerek babamın ofisine çıkmıştım. Ben alt katta idim, o ise fabrikamızın imalat birimlerine bakan, çalışanları 260 derecelik bir açı ile görebilecek kadar geniş pencerelere sahip ve imalattan gelen sesleri duyacak kadar çalışma ortamına yakın olan odasında çalışırdı. Mimarların ona uygun gördüğü sessiz, sakin ama en önemlisi imalattan uzak ve oldukça güzel döşenmiş o Genel Müdür makamında bir gün bile oturmamıştı. 1974’te o zaman gerçekten de bir Anadolu köyü olan Güneşliköy’de (sonraları ismi medya plazaları ile anılacak olan yer) kurduğumuz fabrikadan Gebze’deki yeni tesislerimize taşındığımız 2004 yılına kadar kendi makam odasını, önemli bir misafir gelmedikçe veya bayram günü olmadıkça evlerimizde kapısı açılmayan bir misafir odası gibi kullandı. Ziyaretçileri ile beraber içeri girdiğinde lambayı yakacak anahtarı arayarak kendi makam ofisinde yabancı durumuna düşmesi bazı misafirlerin gözünden kaçmamıştır muhtemelen. Ama babam rahatı sevmezdi. Onun gözünde yaşamak zaten bir lükstü ve hayatı gereksiz yere abartmaya ve olduğundan kolay hale getirmeye gerek yoktu.

Odasına çıktım ve yeni sloganlarımızı kendisine gururla sundum. Arkama işletme yüksek lisans diplomamı ve birkaç İngilizce kelimeyi de alarak babama fikirlerimden bahsettim. Babam bana baktı ve hayatının her döneminde kolay çözemeyeceği bir sorunla karşılaştığında yaptığı gibi beni bu işle ilgili uzman gördüğü birisine yönlendirdi. Benden ve bu dâhice fikrimden kurtulmak mı istemişti, yoksa ağır bir şeyler söyleyip beni kıracağını düşündüğü için, başka birisine boşalmamı, nasıl olsa kendisinden daha sabırlı olacak bu kişinin beni rahatlattıktan sonra bu uçuk fikirlerden azat edeceğini mi düşünmüştü emin değilim. Sonuçta görüştüğüm kişiler beni Türkiye’nin henüz kafamdaki sloganlara alışık olmadığı hususunda ikna ettiler, eğittiler.

Beraber çalıştığımız 17 sene boyunca “Otur şuraya da sana bu işin doğrusunu anlatayım.” diyecek zamanı hiç olmadığı için ya komisyona havale ederek ya da havuza atarak öğrenmemi sağladı.

Babamın içinde, derinlerde bir yerde ciddi bir “akıntıya karşı gitme” eğilimi varmış anlaşılan. Evet, babam herkesin oluk oluk DP’ye aktığı 1950’lerde, “burnunu göstermekten utanacak kadar” dindar nineleri, cuma namazına gitmeyenlerle selamlaşmayı bile esirgeyen dedeleri, ve büyük Kancaoğlu ailesini İnönü’nün partisine oy vermeleri hususunda ikna etmek için çalışmış durmuş. Hızlı mı hızlı bir CHP’li imiş. Hem de CHP’nin daha sonra hiç vazgeçmeyeceği “seçimlerle iktidar olamama” geleneğinin “Yeter Söz Milletindir” sloganı ile başladığı, tek parti döneminin zenginlerinin bile Menderes’e yakınlaştığı, iktidarın el değiştirdiği o yıllarda yılmadan, yorulmadan, esnaflığına halel gelecek diye korkmadan bunu sürdürmüş..

Anadolu’da yaşamış olanlar bilir. Eskiden kasabalarda esnaflar modern anlamdaki kargo, finansman, kiralık kasa gibi hizmetleri de üstlenirlerdi. Meselâ mektuplar, posta kutusu olmadığı için, köylülerin alışveriş yaptığı -muhtemelen kendi köylerinden çıkmış- bir esnafa gönderilirdi. Zarfın üzerine “Sayın Ali Özkan… Esnaftan Abdullah Kanca eliyle. Sürmene, Trabzon” yazılırdı. Postacı bu mektubu sahibine değil, dükkâna bırakarak görevini tamamlamış olurdu. İnsanlar paralarını faizler düşük olduğu veya makbul sayılmadığı için bankaya değil, tanıdıkları bildikleri esnafa emanet ederlerdi. İşte esnafın bu kadar önemli işlevleri olduğu bir dönemde birkaç köyün mutemedi olabilecek derecede güven kazanan babam bu pozisyonunu kullanarak, 1946’daki ünlü şaibeli seçimin intikamını almak ve bu sefer mutlaka iktidara gelmek niyetindeki Demokratlara karşı tüm gücü ile mücadele ediyordu.

Mektuplarını okuduğu, paralarını emanette tuttuğu, sırlarını paylaştığı köylü teyzelere içtenlikle yaklaşarak, onları şahsi kredibilitesi sayesinde CHP’ye döndürmek, İsmet Paşa’ya oy vermelerini sağlamak istiyordu. Yıllardır hizmette ve saygıda kusur etmediği bu insanları seçime az bir zaman kala ziyaret edip, onlardan söz almaya çıkmış. Birinci Cihan Harbinde kocasını kaybetmiş, yakın akrabası sayılabilecek bir nineyi ikna etmiş.

Seçim sonrası, geleneksel olarak salı günleri düzenlenen Sürmene pazarı sırasında, bu yaşlı kadını görünce, almış olduğu söze istinaden "nene, verdun demi Paşa’ya" diye sormuş. Yaşlı nine sözünde durmamanın ve yalan söylemenin büyük ayıp sayıldığı o kuşağın derin hicabı ile “abduul, uşağum. veremedum o zebanilere.” demiş ve özür dilercesine yere bakmaya başlamış. Yaşlı kadın yıllardır oğlundan daha fazla iyilik gördüğü, birçok işini halleden bu delikanlıyı kırmak pahasına, oyunu “cehennem zebanilerinin” partisine verememiş.

Babam hayatlarında bir defa bile gazete okumamış, hatta “ajansı” bile dinleme imkânı olmamış bu insanların kararlı muhalefetini, ölünceye kadar, sadece DP’nin dini kullanmasına bağladı. Hiçbir zaman bu öfkenin arkasındaki gerekçeleri, şekilsel ve jakoben devrimciliğin izlerini göremedi veya görmek istemedi. Ancak diğer taraftan, birçok CHP’linin yaptığı gibi o insanlara, “kendisini yarı yolda bırakan ve başka tercihlerde bulunan” köylülerine kızmadı, onları küçümsemedi, onlara küsmedi. Hep onlardan biri olarak yaşadı. Sadece onları anlamadı, o kadar. Ne zaman CHP’nin ve tek parti devrinin baskıları, yanlışlıkları üzerinde konuşsak, hayatının her anında keskin şekilde rasyonel olan babam en olmadık ve en akıl dışı gerekçeler göstererek, Millî Şef devrinin uygulamalarını savunurdu. Bu savunmaları yaparken, namaz vakti gelmişse kalkar, namazını kılar, ben de bu sırada başka bir şeyle oyalanırdım. Yani kimin aslında neyi savunduğu karışırdı birbirine... Şimdi geriye dönüp baktığımda babamın o dönem yaptıklarını ısrarlı şekilde savunmasını şuna bağlıyorum: İnsan derinden inanarak yaptığı, yüreğinden gelen ateşle savunduğu şeyleri, aradan geçen zaman bu şeylerin yanlışlığını göstermiş olsa da kolay kolay yadsıyamıyor.

Köylülerini, aynı coğrafyada yaşadığı insanları “uygarlığın o müthiş ışığına” kavuşturmak için yıllarca uğraşmış durmuş.

Gerçi Sürmene’nin bir dağ köyünde doğup da o dönemde lise okuyabilmiş ender insanlardan biri idiyse de tabii ki Prometheus’u bilmiyordu. Belki bu kelimeyi o çok sevdiği Burhan Felek, Metin Toker veya Hasan Pulur’un makalelerinde görmüştür ama herhalde selektif bir algı sebebiyle atlamış geçmiştir.

Yapmak istedikleri, uğraşıları, hedefleri ile aslında kendine Prometheus gibi bir rol biçmişti. Yine babamı, ölünceye kadar bilmediği/öğrenmediği bir kahramanla izah etmek gerekirse, o aynı zamanda bir Sisifos idi.

Çünkü yaptığı şeyleri bugünün zaviyesinden değerlendirdiğimde, bizim için Sisifos’un beyhude, biteviye ve trajik çabasına benzer zorluklara katlandığını düşünüyorum.

Karadenizi daha çok Uzungöl kartpostallarından tanıyanlar için söylemek gerekir ki hayat özellikle Doğu Karadenizde o kadar da huzur, rahatlık ve keyif sunmaz insana. Hele 1950’lerde, insanların açlık sınırının altında yaşadığı o dönemde inanılmaz bir yaşam mücadelesi vardır.

Gittikçe artan nüfus, tarım bakımından mahdut araziler, alıcısı devlet veya devletle iş yapan tüccar olan fındık, çay ve mısır ile sınırlı ürün yelpazesi. Yani köylünün eli mahkûmdur. İşte bu kısır döngü içerisinde henüz otuzuna varmamış dikbaşlı bir delikanlı, kendisinin ve çevresinin “makûs talihini yenmeye” çalışmaktadır.

1950’lerde Sürmene gibi, İstanbul’dan çok uzak bir ilçede, Anadolu’nun şehir diye sayılan birçok yerine inat Ziraat Odası vardır ve seçimleri de belediye başkanlığı kadar siyasî mücadeleye sahne olmaktadır. Bu seçimlerde CHP’lilerin adayı olan babam vatandaşa yol-su-elektrik götüremeyeceği için tarımla ilgili projeler geliştirmektedir. O yılların bilinçsizliği ve cehaleti içerisinde, fındığın bakım ihtiyacı duymayan bir ağaç olduğu zannedilirmiş. “Bir kere diktin mi, sadece meyvelerini toplayacaksın, çok uzamış dallarını keseceksin”le sınırlıymış bilgileri. Köylülerin gençliğinde hitap ettikleri şekli ile Abdul Dirik (amcası çok sevdiği meşhur vali Kazım Dirik anısına ona bu ismi takmıştır) ise Ankara’da katıldığı bir seminerde başka şeyler öğrenmişti: Fındık ağacının oduna dönmemesi için mutlaka gövdesine kireç ve su ile yapılmış bir karışım sürülmesi gerekiyordu. Bu yapılmadığı takdirde fındık ağaçları pek de verimli olmuyordu. Ziraat Odası Başkanı Abdullah Kanca, Sürmene’de az sayıda bulunan Remington marka daktilosunun başına oturur ve defalarca Ankara’ya yazar. Defalarca tacizden sonra –ki bir iş arkadaşının deyimi ile iki taciz bir rüşvetten iyidir- Ankara’dan Trabzon’a bir talimat gönderilir: “Abdullah Kanca emrine iki kamyon kireç verilmesi ve bunun da köylülere dağıtılması için gereken desteğin sağlanması...”

Babam nihayet ateşi tanrılardan çalmış ve sıradan insanların hizmetine sokmak üzere Sürmene’den içerilere doğru kıvrılan Manahoz (mahalli dildeki anlamı ile “yalnız adam”) deresi boyunca sıralanan köylere sunmuştu. Kamyonlar Trabzon’dan kasabaya gelir, içinde bölge mühendisi bir bayan ile işçiler vardır. Deniz kenarından, Maliye Bakanı Adnan Kahveci, “Süper Vali” Recep Yazıcıoğlu ve Diyanet İşleri Başkanı Sait Yazıcıoğlu gibi tanınmış isimlerin yetiştiği, o zamanlar minnacık bir nahiye olan Köprübaşı istikametine doğru, yol kenarlarına kireç öbekleri dökülür. Amaç köylülerin tepelerden aşağı inip bedava verilen bu kireçleri fındık bahçelerine taşıması ve orada kullanmasıdır. Jandarma eliyle tesis edilmiş bir devlet korkusunun hakim olduğu o dönemde, bedava bir devlet hizmeti cennetten gelmiş nimet sayılmalıdır aslında. Ama ne hikmettir “nimetin kadri” bilinmez. Kireç öbekleri yol kenarında bekler. Babam defalarca köylülere kireçlemenin faydasını anlatır, yaşlı dedelere uygulamalı dersler verir, gençlere teksir kâğıdına yazılmış tatbikat esaslarını dağıtır. Aylar geçer ve inşaat yapmak amacıyla dahi olsun kimse kireç yığınlarından neredeyse bir kürek bile almaz. Yağmur yağar, rüzgar eser ve dere yatağına yakın kireç yığınları suya karışır, Manahoz deresinden akarak Karadeniz’e dökülür.

Komşularının neden bu kadar umursamaz olduğunu anlamayan, bu yüzden de sürekli olarak onları uyaran babama hakikati, en sonunda –devletten korkacak pek de bir şeyi kalmayacak bir yaşa gelmiş – çobanlık yapmakta olan bir amca söyler " Uşağım, sen bilmezsun... Devletun çeşmesinden su içen, onmaz. Sen çocuksun. Anlamazsun devletun işinden." Kaç yüzyıldır devletin kaşıkla verdiğini kepçeyle aldığı önyargısıyla yaşayan bu cahillerin inadını kıramayan babam sonunda, boş yere akıp giden kireç sebebi ile -nerede ise devlet malına zarar verdiği için- ceza ödemek durumunda kalır. Babamı tüm iş yaşamı boyunca devletle iş yapmamaya iten, Trabzon merkezden 60 km. içerideki bir dağ köyünde yaşayan insanların devlete bu bakışıdır belki de. Önüne birçok fırsat çıkmışken hiçbir şekilde devlete müteahhitlik yapmadı, ihale almadı, herhangi bir kamu şirketinin cirosunun içinde önemli yer tutacak kadar bir büyüklüğe gelmesini istemedi.

1960’lı yıllarda artık Sürmene’nin ona yetmediğini gördüğünde, mevcut itibarına rağmen,, kasabadaki mevkiini ve çevresini bırakarak İstanbul’a geldi ve neredeyse sıfırdan başlayarak imalatçılığa yöneldi. O yıllarda memlekette seri şekilde, standart bir kalitede ve makul fiyatlarda üretilen hemen hiçbir yerli endüstri mamülü yoktu. Çivinin ithalatı yeni durdurulmuş ama çekiç Solingen’den, Remscheid’dan geliyor. Mübadele öncesinde sadece bir liman değil aynı zamanda o devrin zanaat merkezi de olan Sürmene’de bıçak ve keser üretimi mevcutmuş. Rumların gidişinden sonra “eyvah, ne olacak halimiz, bizim oraklarımızı , kazmalarımızı kimler yapacak” diye endişelenen ahalinin ihtiyaçları Rumların yanında yetişmiş yerli çırakların bu işe soyunmaları ile karşılanmış ve Sürmene bıçağı ama özellikle de çakısı Cumhuriyet yılları boyunca şöhretini kaybetmemiş.

İstanbul’a gelmeden evvel amcam pazarlamasını yapar, babam da kasabadaki keser imalatçılarına sipariş verirmiş. Kaizen yok, Yalın Üretim yok, Toplam Kalite yok ama muhtemelen insiyaki bir şekilde babam standartlar oluşturmaya başlamış ve Sürmene Deresi’nin aktığı vadi boyunca sıralanmış birkaç köyde sabah ezanı ile beşikteki çocuk dışında her yaştan aile ferdinin körük karşısına geçtiği ve yüzlerce ailenin geçindiği bu keser-tırpan-kazma imalatına kurallar getirmiş. O güne kadar Ahmet usta ayrı bir tarz ve kalitede Mehmet usta ayrı bir şekilde keser imal ederlermiş. Yetmedi, Ahmet ustanın bu hafta ürettikleri ile geçen ay ürettikleri arasında fark olması da yadırganmazmış. O devre göre iyi kazandıkları için öğleye kadar çalışan, sonra da kahvelerde kumar oynayarak paralarını bitiren bu ustalara kooeperatif kurmaları için yalvardığını, böylece hem kredi alabilecekleri hem de işi büyüterek Sürmene’yi bir endüstri merkezi yapacakları hususunda onları ikna etmeye çalıştığını, tam 40 yıl sonra öğrendim; hem de Bursa’da tesadüfen karşılaştığımız, artık konuşmakta zorlanan bir ustanın ağzından: “Ey gidi Abdul bey, çok peşimuzdan koştu. Kuralum bir birluk, şahmerdan alalum, üretimi arturalum dedi ama biz o zaman hepimuz kendi çapımızda Türkiye’de meşhur ustayız. Ne ihtiyacumuz var başkasına deduk, Abdul beyin yüzüne bakmaduk. O İstanbul’a gitti. Biz kalduk dağda. Zamanla ustalık falan da kayboldu. 1983’te fabrikada işçilik için başvurduğumda ancak anladum ki Abdul beyin dediğinu yapsaydık, tezgahımızı bırakup buralarda gurbetçi olmazduk.”

Evet, nereye el atsa duvarlara çarpan ve artık kasabaya sığmayan bu hırslı adam, bavulunu alır ve inanılmaz tecrübeler kazandığı, hayatı boyunca her bir olaya Sürmene’de yaşadığı bir benzerini örnek getirecek kadar yoğun hatıralarla bağlı olduğu bu cografyaya elveda der ve gemi ile İstanbul’a gelir.

On yıllar boyunca, istikrarlı bir şekilde hergün en az 12 saat çalışması, göğüs gerdiği problemlerin sıklığı ve şiddeti zaman zaman bizim gözümüzü korkuturdu. Bunu fark ettiğinde Sürmene’de geçirdiği yıllarda her konuda çok ciddi şekilde antrenman yaptığını , bu idmanlar sayesinde tüm hayatı boyunca yetecek kadar güç, tecrübe ve dayanıklılık kazandığını belirtir ve her zaman zevkle dinlediğim o güzel hikayelerinden birini anlatırdı.

Adamın birini kucağında oldukça besili ve ağır bir koç ile gezerken görmüşler. Herkes şaşırmış. Sormuşlar

“Beyim, bu nasıl iştir. Nasıl taşıyorsun bu kadar ağır Koçu?”

Adam bir anda şaşırmış ve elindeki hayvana bakakalmış.

”Yahu, gerçekten de koç olmuş bu. Ben bunu yeni doğduğunda çok sevdim. O zaman rengi daha koyu idi. O kadar sevdim, o kadar sevdim ki nereye gitsem elimden bırakmadım, sürekli taşıdım. Demek ki aylar içersinde büyümüş, ben fark etmemişim.”

17 yaşında evlenen, 21 yaşında babası öldüğü için annesi ve 8-15 yaş arasındaki dört kardeşinin, sonra da amcası ve yengesinin vefatı üzerine 4-13 yaş arasındaki beş yeğeninin sorumluluğunu üstlenen bir gençten bahsediyorum. Bugün pazara gönderip alışveriş yaptırma hususunda güvenemeyeceğimiz, bir arabanın anahtarını gönül huzuruyla veremeyeceğimiz bir yaşta üç ailenin sorumluluğunu almak; akşam yatağa girdiğinde bu insanların geçim dertlerine, sağlık problemlerine, eğitim sorunlarına, gelecek beklentilerine çözüm aramak şeklindeki antrenmanı babamın 70 yaşında bile 12 saat çalışabilmesini, başka bir insanı tek bir darbede nakavt edecek beş ayrı soruna aynı anda karşılık vermesini ve bu arada da torunun karnesinde hep pekiyi olduğunu duyduğunda arayıp sanki başında hiçbir dert yokmuşçasına onunla en müşfik ses tonuyla konuşmasını mümkün kılmıştı.

Dünyanın en büyük üç otomotiv devinden birine çok riskli bir parça imal ediyorduk. Fabrikada parçamızı işleyen ustabaşılarca örgütlenen işçiler “Türkiye’den gelse gelse şiş kebap gelir,

böyle zor, kompleks, hayatî önem taşıyan bir parçayı Türkler imal edemezler.” önyargısı ve Alman rakibimizin de gazı ile sürekli olarak önümüze engeller çıkarıyordu. Otomotiv şirketinin temsilcileri, rakibimiz olan Alman üreticinin hatalarına göz yumuyor, bizi ise köşeye sıkıştırmak için olmadık engeller icat ediyorlardı. Hatta bir keresinde parçaları çiseleyen yağmur altında bırakmışlar ve paslanma kusuru yolda olmuş diye suçu bize atmışlardı. Babam her defasında başka bir yöntemle sorunu çözüyor, Almanları şaşırtıyordu. Bir keresinde saat 19.00’a doğru Almanya’dan bir telefon geldi. Hata bildirip bizden ertesi gün öğleye kadar çözüm istediler. Babam da sorumlu teknik elemanları evlerinden çağırarak geceyarısına kadar konu üzerinde çalıştırdı; sorunun kaynağını ve çözümünü buldular. Uzmanlarımızı sabah 5.45’te kalkan bir uçakla Almanya’ya gönderdi. Alman ustabaşılar bir önceki akşam mesai bitiminde haber verdikleri bir problem için bu kadar kısa zaman içerisinde harekete geçen bizimkileri, hem de ellerinde çözüm önerileri ile karşılarında görünce teslim olmaktan başka çare bulamayıp, önümüze engel koymaktan vazgeçtiler. Bu inanılmaz eforu izleyen firmanın Türkiye satın alma sorumlusu , “Baban nasıl bir adam. Hiç yenilmiyor. Sürekli çare üretiyor. Bu gücü nereden buluyor?” diye öğrenmek istediğinde, bu meraklı Alman’a Koyuncular köyündeki fındık ve çay tarlalarımızın resmini göstermiş ve hikâyesini anlatmıştım:.

Ekilecek bahçelerin çok kıt olduğu köyümüzde o güne kadar civardaki kimsenin aklına gelmeyen bir fikir düşmüştü babamın kafasına. Ayakta durulamayacak kadar dik tarlalardan birindeki kayalığı aylarca balyoz marifeti ile kırmış, sonra da kilometrelerce uzaktan verimli toprağı sırtında sepetlerle taşıtmış ve örnek bir bahçecik yaratmış. Başarılı olduğunu görünce de köyde sadece kendisinde bulunan tek futbol topunun cazibesini kullanarak, yardımcı olan gençlere spor imkanı sağlama vaadi ile, toprak taşıma işini sosyal sorumluluk haline getirmiş, böylece Âdem Peygamber’den beri insan ayağı değmemiş bir alanı ekilebilir hale getirmişti. Bu hikâyeyi dinleyen ve fotoğrafları gören Alman satın alma sorumlusu babamın ezilmez iradesinin ardındaki maziyi öğrenince. normal, sıradan bir müteşebbis ile karşı karşıya olmadığını anlamış, kafasındaki problemi çözmüş, rahatlamıştı; ona göre bir “Übermensch” (Üstün-insan/Üst-insan) ile karşı karşıyaydık.

Henüz AB veya Karadeniz Ekonomik İşbirliği projeleri fikir halinde bile değilken, Doğu Karadenizde bir serbest ekonomi bölgesi vardı denilebilir. Trabzon bölgenin kültür merkezi olmanın dışında, limanı sayesinde aynı zamanda ticaretin de merkezi idi. Bir yandan Erzurum üzerinden Tebriz’e, diğer taraftan da Batum üzerinden Tiflis ve oradan da Moskova’ya kadar uzanan bir hinterlandı/arkabahçesi vardı. İran, İtalya gibi bazı ülkelerin bu şehirde konsolos bulundurması, o dönemde kentin gerek Batılılar gerekse Doğulularca önemsendiğini gösterir. Büyük büyük babamız Rusya’ya sık sık gidip gelir, oradaki dükkânlarının kirasını toplar, kervanlarla mal getirir ve Trabzon’da toptan satardı. Ailedeki ticaret geleneği muhtemelen ondan neşet etmiştir.

Bolşevik devriminin kurtuluş olarak algılandığı 1917 ve takip eden birkaç yıl boyunca Karadeniz ve Kafkas halkları kendi meseleleri ile o kadar meşguldüler ki üzerlerine örülen demirperdenin farkına varmadılar. Daha evvel keyiflerince hareket eden, istedikleri yerde ticaret yapan, istedikleri şekilde mekân değiştiren hatta istedikleri kadar evlilik için farklı şehirler seçen (bir tüccarın Trabzon ve Tiflis’teki karıları birbirlerinden yıllarca habersiz yaşarlardı ve ancak koca öldükten sonra arayanlar bu çift evliliğin sonuçlarına ulaşabilirdi) bölge insanları bir anda kendilerini bir kafeste buldular. O dönemlerin Almanyası sayılabilecek Batum-Tiflis-Moskova gurbetine çıkmış onbinlerce Karadenizli orada mahsur kaldı. Kimisinin kardeşi, kimisinin babası, kimisinin oğlu sınırın öte tarafında kaldı ve yıllarca haber almak mümkün olmadı. Bugünden bakıldığında imkânsız gibi görülen bir durum. Babanız 100 km. ötede ama yaşayıp yaşamadığını bilmiyorsunuz. Büyüyorsunuz, evleniyorsunuz, çocuğunuz oluyor. Sonra duyuyorsunuz ki babanız hâlâ hayatta; Sibirya’ya göç etmiş ama bir şekilde size selam göndermiş.

1950’lerde Demokrat Parti’nin başa gelmesi ile biraz daha yumuşayan Türk-Rus ilişkileri sayesinde sınırın ötesindeki bir akrabamızdan haber gelir. Türkiye’dekilerden de karşılık beklemektedirler.

Babam on kere yazıp on keresinde de korkudan imha ettiği taslaklardan sonra, Trabzon’daki bir avukat arkadaşına gider ve onunla birlikte “Şunlar öldü, bunlar hasta oldu, şunlar evlendi. Biz iyiyiz, siz nasılsınız, sağlığınız ne durumda?” tarzında klasik bir mektup yazarlar.

Sürmene’ye döndüğünde ise bu mektubun kopyalarını noterden aslı gibidir şeklinde onaylatır, bir örneğini kaymakamlığa bir örneğini emniyete, sonuncusunu da İş Bankası Müdürüne bırakır.

Yarın bir gün millî emniyetten “Sen Rusya’ya ne yazdın?” dediklerinde, Cumhuriyetin “güvenilir kurumlarına” emanet edilmiş bu mektup örneklerinden medet ummaktadır. Küçük bir kasabadaki bir tüccardan beklenmeyen bu ihtiyat babamı hayatı boyunca izledi. Atacağı her adımdan önce en az üç kere bir sonrakinin nereye gideceğini düşünürdü. “Küçük bir kasabada kime selam verdiğin bile çok ciddi bir iştir, orada herkes teşkilatçıdır, komitacıdır. Bir selamdan herkes bir sürü anlam çıkarır. O yüzden kime selam vereceğini bile düşüneceksin.” derdi. Muhtemelen o yıllardan kalma ihtiyatını da içeren “endişe aklın yarısıdır” sözünü ve her olaya, her fırsata endişeli-eleştirel yaklaşımını, yirmili yaşlarımda hastalıklı bir düşünce tarzı olarak görürdüm. Fakat daha sonra Batı dillerinde Almanların “Vorsicht ist besser als Nachsicht” İngilizlerin de “better safe than sorry”

şeklindeki atasözlerini öğrenip, bunlara bir de meslek hayatım boyunca yediğim kazıkları, başarısızlıklarımı, safdillikten dolayı yaşadığım yenilgileri ekleyince, babamın o kadar da boş konuşmadığını, akıllı bir insanın sürekli tetikte olması gerektiğini ve ancak aptalın sürekli huzur içinde olacağını –çok şükür ölümcül bir yara almadan– anladım.

Bu geçmiş ve birikim çalıştığı meslek örgütlerinde, TAYSAD’da, ISO’da ve birkaç arkadaşı ile beraber satın aldıkları kıraç bir arazi üzerine belki de dünyanın ilk otomotiv ihtisas organize sanayi bölgesi olan TOSB’u kurduklarında çok işine yaradı. Kimin ne zaman arkadan vuracağını, kimin gülümserken aslında nasıl bir tuzak hazırladığını anlamasında küçük kasabadan elde ettiği tecrübelerin büyük rolü oldu..

İstanbul’daki ilk evimiz, İncirli kavşağından Bakırköy merkezine gidişte akıl hastanesi bahçesine komşu ve o zamana göre orta sınıfın oturduğu bir bölge idi. O dönem devlet memurları göreceli olarak diğer meslek sahiplerinden daha fazla maaş aldıkları için herkes onlara imrenirdi. Sadece maaş olarak değil, imkânlar açısından da avantajlıydılar. Güneşli’deki fabrikamızın inşa edildiği 70’li yıllarda babamızı haftasonları bile görmediğimiz aylar oldu. Halbuki Sular İdaresinde şef olan Yasin Bey akşam 18.00 demeden sokağın ucunda gözüküyordu, terzi Rıfat Amca ise bazen öğle yemeği için evine geliyor ve sıklıkla akşam kararmadan çocuklarının elini tutarak yemek masasına oturuyordu. Biz ise bir “müteşebbis”in oğlu idik. Bizim babamızın boş vakti olmazdı. Kolejdeki arkadaşlarımın babaları yaz tatili geldiğinde çocuklarını, şimdi St. Tropez ne ise, o zaman o kadar uzak sayılabilecek Kumburgaz’a gönderirken, biz ürünlerimizin satışının yapıldığı pazarlama şirketine veya fabrikaya gider, orada çalışırdık. Böyle anlarda gerçekten de öz evlat olmadığımızı, bizi üvey aldığını düşünürdüm. Yaşlarımız ilerleyip Freud, Adler gibi yazarları okuduğumuzda babamızdan -mesleği dışında- şikâyet edecek başka bir gerekçe daha bulmuştuk. Biz sevgisiz büyümüştük ve bu yüzden de bir türlü içimiz rahat etmiyordu. Kendi kişiliğimizle ilgili sorunlarımızı çözemediğimizde ailenin tartışılmaz liderini hedef alıyor ve bu çözümsüzlüklerde babamızın tek suçlu olduğuna karar veriyorduk. Suçu belliydi.Fabrikasına çok zaman ayırmıştı, biz onu sadece akşamları eve gelip yemek yerken görmüştük, ihmal edilmiştik, yatmadan önce başımız okşanmamıştı, doğum günümüz kutlanmamıştı ve tüm bunlar yüzünden biz eksik büyümüştük. Derinlik Psikolojisi de iddialarımızı destekliyordu ama babam ömrünü adadığı çocuklarının neden yabancılara inandığını ve kendisini suçladığını uzun zaman anlayamadı.

Doğdukları zamana göre alışıldık isimlere sahip olanlar bu dediklerimi anlamayacaklardır. Ama 60’larda Alper ismi o kadar az bilinen bir isimdi ki her duyan bir kere daha sormak ihtiyacını hissederdi. Biraz okumuş yazmış olanlar “Alp Er Tunga öldü mi, ıssız ajun kaldı mı” diye o meşhur destandan bir kısım okur ve ismimin kökenini bilip bilmediğimi bana sorarlardı.

Uzun yıllar bu ismi babamın koyduğunu zannederdim ve 1963 yılında Doğu Karadenizdeki tüm nüfus kayıtlarına bakılsa taş çatlasa iki-üç tane bulunabilecek bu ismi nereden duyduğunu merak ederdim. Meğer işin gerçeği şu imiş. Doğduğumda babam o zamanki adı ile ITIA yani bugünkü M.Ü. İktisat Fakültesini bitirmiş olan amcama telgrafla müjdeyi vermiş ve yeğenine ad koymasını istemiş. Birkaç gün sonra amcam Alper diye bir isim göndermiş. Babam anneme bunu aktardığında, annem saygısından hiçbir şey söyleyememiş ama günlerce gizli gizli ağlamış. Ancak bir hafta sonra o zaman lise öğrencisi olan dayıma konuyu açmış “bizim uşağa galiba gâvur ismi verdiler” diye hıçkırarak ağlamış. Dayım Alper Tunga’nın Türklerin ilk kahramanlarından biri olduğunu ne kadar söylese de annem ikna olmamış. Dayım en sonunda kara kaplı kitabı açmış ve orada bu destanı göstererek ilgili kısmı okumuş, Alper in "müslüman" ismi olduğuna ikna etmiş ve ben böylece dindışı olmaktan çıkmışım!

Her baba kendi eksikliğini çocuklarında gidermek ister. Daha doğru bir ifade ile her baba yaşam mücadelesi sırasında eksikliğini hissettiği, başkalarında görüp imrendiği ama kendisinin sahip olamadığı şeyleri çocuklarında gerçekleştirmek/görmek ister. Tanrı bizim babamıza çalışkanlık, azim, hırs, zekâ gibi bir çok insanın imrenebileceği meziyetleri fazlası ile verdiği için, babamın eksikliğini hissettiği şey bambaşka bir hususta idi. 1970’lerde tek bir kelime yabancı lisan bilmeden (babam Cumhuriyetin eğitim açısından altın devrini yaşadığı o yıllarda hem de Trabzon gibi bir merkezde okumuştu ama yabancı bir koleje gitmeyen her Türk evladı gibi işe yarar bir Fransızca cümle kuramazdı) gittiği bir yurtdışı fuar gezisinde, Tanrı’nın ona bahşettiği tüm lütuflara rağmen yabancı dil bilgisi olmadan ne kadar kör, sağır ve dilsiz olduğunu gören babam, o günden sonra tüm çocuklarını (ağabeyim, ablam ve küçük erkek kardeşimle beraber dört adettik) yabancı lisanla eğitim yapan bir okula göndermeyi kafasına koymuş. Hepimiz o zamanlar Bakırköy’ün iyi okullarından biri sayılan Çavuşoğlu Koleji’ne gönderildik. Anlaşılan aldığımız eğitimi yeterli görmemiş olacak ki Türkiye’nin ekonomik açıdan en sıkıntılı olduğu ve devlet olarak 70 sente muhtaç olduğumuz 79–80 yıllarında bile bizleri yurtdışına göndermeyi planlamıştı. Önce ağabeyimi İngiltere’ye gönderdi. Benim hakkımdaki niyetinden ise annemin muhalefetine rağmen vazgeçmedi. Annem kendisinden koparılan ilk oğlunun hasretine dayanamadığından olsa gerek Türkiye’de kalmam için aylarca dua etmiş, fakirlere sadaka vermiş ve adakta bulunmuştu. Bu kadar samimi bir annenin duası kabul oldu ve ben -zaten benden beklenen bir şekilde- iyi bir derece yaparak ilk tercihim olan İTÜ İşletme Mühendisliğini kazandım. Ümit ediyordum ki bu başarıdan sonra babam beni cezalandırarak (!) yurtdışına göndermez. Ama babam annemin yıllarca sürecek iğnelemelerini göğüslemek pahasına beni elimden tutarak bir iş seyahati vesilesi ile Londra, Köln, Münih ve Viyana’ya götürerek hayatımı da değiştirecek bir kararda bana cesaret verdi. Yıllar sonra, babamın, beni yurtdışına götürdüğü o günlerde Libya’ya yapılmış bir ihracat işinden dolayı çok ciddi sorunlarının olduğunu ve aslında fabrikayı bir günlüğüne bile terk etmemesi gerektiğini öğrenince, aile geleneğimiz gereği açıkça teşekkür etmemekle beraber, kendisine tarifsiz bir şükran duydum. Herkesin parasını bir şekilde yastık altına attığı o 12 Eylül günlerinde bize daha iyi bir eğitim sağlamak için risk aldığını; esrar – eroin değil döviz yakalattığı için Lale Oraloğlu adlı çok meşhur bir tiyatro sanatçısının hapse atıldığı o yıllarda pantolonunun içerisine annemin dikmiş olduğu gizli cebe heybetli 500 Markları dizdiğini ve gümrükten geçerken gözlerinde okuduğum endişeyi de hâlâ unutamam.

Eflatun’un bir tanıdığı vefat etmiş ve gömülmek üzere hazırlıklar yapılıyorken, arkadaşları “cenazeye gelip gelmeyeceğini” sormuşlar. Eflatun bunun üzerine hayır cevabını vermiş. Şaşıranların yüzlerindeki hayreti gören Eflatun “o arkadaşım öğrenmekten vazgeçtiği otuzlu yaşlarında zaten ölmüştü, şimdi sadece onun bedenini gömecekler. Gelmeme gerek yok” Hangi meslekten olursa olsun başarılı insanların ortak özelliklerinden birisi de son nefesini verinceye kadar öğrenmek arzusudur. Ne zaman ki insan öğrenmeyi küçümser ve/veya o güne kadar öğrendiklerini yeterli görür, insan aslında o an ölmüştür.

Babam bütün hayatı boyunca, yaramaz bir çocuğun baharda bahçeye çıktığında durmak bilmez bir şekilde sağa sola koşması gibi bir şeyler öğreneceği insanların peşinden koştu. Bir kelebeğin kırda bir çiçekten diğerine yönelmesi, durması, sonra başka birine uçması, konması, kalkması gibi izleyeni yoran, takibi zor bir faaliyetti bu. Kırk beş sene evvel bir türlü gündelik üretimi arttıramadığı etiketleme işinde, ilkokul mezunu bile olmayan ama gözlerinde zeka pırıltısı olan bir çırağa “Oğlum, bu işi nasıl hızlandırabiliriz, sen bunu düşün, bana sonra anlat” diye rica etmiş. Çırak bir süre sonra gelmiş ve kendisine göre yapılması gerekenleri babama anlatmış. Aldığı bilgiyi o günkü imalat müdürüne aktardığında “Abdullah Bey, rica ederim, ben yüksek mühendisim. Bir çırağın aklıyla mı iş yapacağız” yanıtını alınca, bir pazar günü çırağı gizlice çağırır, kendisini dinler, çırağın önerilerini kendi elleri ile uygular ve beklenmedik bir başarı elde eder. Üretim üç kat artmıştır. Pazartesi günü imalat müdürü geldiğinde, bu değiştirilmiş çalışma şeklini görür, günlerce izler ama itiraz edecek bir nokta bulamayınca hiçbir şey olmamış gibi işine devam eder. Bu yaratıcı öneride bulunan çırak askerliğine kadar çalışır ve ayrılır. 20 yıl aradan sonra bir gün çıkagelir. Çırağımız, dışarıdan ilkokul ve ortaokulu bitirmiş, sıfırdan başladığı iş hayatında uzun ve meşakkatli bir maratondan sonra Kapalıçarşı’da birkaç kuyumcu dükkânı sahipliğine kadar yükselmiştir. Hacca gitmeden evvel bir çırakken kendisine değer veren patronundan helallik istemeye gelmiştir.

Babamın öğrenmeye açıklığı hiç bitmedi. 1990’ların ortasında Japon üretim tarzının başarısı gözlerimizi kamaştırdığında, uzun yıllar Toyota’nın Japonya’daki fabrikasında çalışmış, sonra Özdemir Sabancı’nın Adapazarı’nda kurduğu fabrikada görev almış tecrübeli bir mühendisten ders almaya karar vermiştik. Japon başarısının ardındaki sırrı çözmeye çalışıyorduk. Toyotalı müdürün her hafta şirketimizde verdiği seminerlerde babam en ön sırada oturur, herkes anlatılanları güya aklına yazarken, o hocanın ağzından çıkan hemen her sözü not ediyordu. Sanki hayatın sırrını öğreniyormuşçasına heyecanlıydı ve hiçbir kelimeyi kaçırmamak istercesine pür dikkat hocayı dinliyordu.

Bir ara Hoca, Japonya’da patronların veya üst düzey müdürlerin tüm çalışanlarını yakından tanıdıklarını, onların ailevî problemleri ile ilgilendiklerini, kendilerini çalışanlara karşı sorumlu hissettiklerini anlatıyordu. Bizim şirketimizden seminere katılanlar içten içe bu modeli tanıdıklarını düşünüyorlardı herhalde! Hoca en sonunda vurucu bir cümle ile dersi kapatmak istedi “Japon yönetici sabah işe geldiğinde sorumluluk sahasını dolaşır, işçilerinin tek tek ellerini sıkar, iyi çalışmalar diler. Japon şirketlerinin başarısı, sadece makinelerin veriminden değil, çalışana verilen değerden gelir” dedi. Dinleyicilerden birisi dersi bitiren Hocanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: “Bizim patronumuz sadece el sıkmaz ve ‘iyi çalışmalar’ dilemez. Elimizi sıktığında bizim ateşimizin olup olmadığını anlar, gözlerimize bakarak o günkü keyfimizi ölçer, durumumuza göre ya ilaç ya da öğüt verir. Çok moralsiz isek sırtımızı sıvazlar, babacan bir şekilde teşvik eder, bazen de keyifsiz ve isteksizsek üzerimizdeki ataleti atmak için bizi bir güzel fırçalar, soğuk suda duş yapmış gibi diri kesiliriz.”

Patron gerçekten de gezici tansiyon-şeker-ateş ölçer idi. Sadece temasla değil, fabrikada dolaşırken de çalışanların hareketlerine bakarak onların hasta, keyifsiz, demotive olup olmadığını anlardı. “Bu çocuklar cahil, bize emanet. Babaları gibi onlara bakmalıyız” derdi. Bunu sadece dili ile ifade etmez, fiiliyata da dökerdi; kahvede oyun arkadaşıyla tartıştığı için polis tarafından alınmış çalışanını gider karakoldan çıkarır veya askere gitmiş bir genç işçinin komutanını arayarak rahat etmesini sağlardı.

Ailesi, şirketi ve çevresindeki her konu ile ilgilenmiş, bunları kendisine mesele edinmiş, onlarla hemhal olmuş bir insanın, bu yüksek performansını, kendisini başarılarıyla paralel bir düzeyde tanıtmakta, reklam etmekte de göstermesini bekliyor insan. En azından ben kişinin yaptıklarını uygun bir edep ve üslupla anlatmasını, yaptıklarının mütemmim bir cüzü olarak görürüm. Ama babam böyle değildi. Başkalarının 45 dakika ballandırarak anlatabileceği “Enerji Bakanlığına gidip 40 tane sanayi şirketinin doğalgaz sorununu çözme” işini sanki vaka-i âdiyeden bir şeymiş gibi iki-üç cümlede geçerdi. Tüm hayatı boyunca, benim lise yıllarında bir ay zarfında okuduğum kadar roman okumadığı ya da hiçbir zaman mektepte öğrendiği şiirler dışında güzel bir şiir aklına düşmediği için midir nedir, babam doğru düzgün bir metin yazamazdı.

50 yıllık meslek hayatında 50.000’den fazla bilgi notu yazıp dağıtmış bir adamın, Allah aşkına, şöyle giriş-gelişme-sonuç kısmı olan, bir edebiyat hocasından geçer not alabilecek bir tanecik metni olmaz mı? Maalesef olmadı.

Özel günler ve toplantılar için babamın konuşmalarını ben yazardım. Medyadan röportaj için aradıklarında kendisinin o anda yurtdışında olacağı bahanesi ile soruları hep yazılı isterdik. Ama konferanslardan, basın açıklamalarından kaçmak mümkün değildi ve babam eline tutuşturduğum metindeki uzun, ağdalı cümleleri okurken terler, laz burnuna bir türlü oturmayan gözlüklerini düzeltir, vurguları yanlış yerde yaparak, güzelim esprilerimi “baban gibi eşek olma” moduna sokar, metnin sonlarına yaklaştığında ise bu cendereden kurtulmak arzusuyla serbest stilde özgün sohbet havasına döner ve asıl mesajları o kısa sonuç kısmında verir, benim o güzelim metnim de hatıra olarak şirketin halkla ilişkiler dosyasındaki yerini alırdı. Diğer Tanrı vergisi yeteneklerine inat, yazmak ve konuşmak konusunda babam pek de talihsizdi. Belki de bu yüzden anlatmak yerine yapmayı tercih ediyordu.

Bazı insanlar dünyaya, laflarıyla değil işleriyle nizamat vermeye gelmişlerdir. Allah onları tembellere, isteksizlere, başarısızlara, umutsuzlara örnek olsun diye yaratmıştır. Başarı sembolü olsunlar diye dakiklik, çalışkanlık, dürüstlük gibi birçok meziyetle donatmıştır onları. Başarı hikâyelerini okuduğumuz insanlar işte bu numunelik sınıfındandır. Ve insan onların uydurulmamış, gerçek başarı öykülerini okurken o idollere imrenir, gıpta eder, kendisini onların yerine koymak ister.

Benim talihsizliğim böyle bir başarı öyküsü sahibi ile önce uzun yıllar babam olarak kanatları altında yaşamak ve sonra da patronum sıfatıyla beraber çalışmaktı.

Bunun nasıl bir şey olduğunu şöyle tasvir edebilirim: Aile hayatınızda ne yapsanız babanızdan daha iyi olamıyorsunuz. Çalışma hayatında da patronunuz sizden hep bir adım ileride. Ne kadar hızlı koşarsanız koşun o sizden daha hızlı. Ne kadar çok çalışırsanız çalışın, artık dayanamayıp odanızdan çıkarken patronunuzun ışığının hâlâ yandığını görüyorsunuz. Çocuklarınızın sağlığı ile ilgili unuttuğunuz bir işlemi babanız size hatırlatıyor, dayınızın ameliyat olduğu hastanedeki oda numarasını siz unutmuşsunuz, ama onun aklında..

Titiz, dakik, başarılı, hiçbir zaman mevcutla yetinmeyen, sürekli daha iyisini isteyen, 14 saatten az çalıştığında gününü boş geçmiş sayan, etrafındakileri yeni ve faydalı şeyler yapmaya teşvik eden, en ufak sıkıntınızda yanınızda olan, çözülmez gördüğünüz probleminize bir anda çareler üreten bir babanız ve bir de patronunuz olsun ister miydiniz?

O, benim için her ikisiydi:.Hem babamdı hem de patronum.

İşte bu yüzden yokluğu bana katlanmış bir acı veriyor.

©2020 - ABDULLAH KANCA - Tüm Hakları Saklıdır. TTKobi Hazır Web Sitesi